dalgalar nefesimizi kesiyordu.. Çeşme başında, baş örtülerinin beyazı tozdan
grileşen yazmalarıyla anneler tarla dönüşü boşalan testilerini
dolduruyorlardı. Babalar ellerini yüzlerini yıkamak için sıraya girmişlerdi,
sırtlarındaki kuruyan terler üzerine bulut çizilmiş resimleri andırıyordu.
Pantolonlarındaki toprağı silkelerken yükselen tozlar, o an sırtlarındaki
bulutların koparak göğe doğru yükselişini andırıyordu. Çocuklar anne ve
babalarının eve dönüşlerini kutlarcasına havada gruplaşan sinek kümelerini
elleriyle dağıtırken sağa sola koşturuyorlardı. Kimi göldeki kurbağalara taş
atıyor, kimi yosunların aralarına çomak sokuyor, kimi dizine kadar çamura
gömülmüş bataklıkta solucan arıyor, kimisi de acıkmış annesinin şalvarını
çekiştiriyordu…Köy meydanındaki kalabalığın yüzlerindeki ifade, savaştan
çıkmış yorgun askerleri andırıyordu.
............Babam çeşmede sıra bekliyordu, yanına gittim... Belli ki çok
yorgundu, tarla dönüşü kirpiklerindeki tozlar üstüne kar yağmış ağaç dalları
gibiydi… Çeşmenin gözesine ağzını dayarken, güneşten çatlamış ve şişmiş
kocaman ellerinden alamadım kendimi. Babam nasırlı elleriyle saçımı
okşadığında, saç tellerim nasırlardaki çatlaklara takılıverdi, yüzümü
buruşturduğum an kısılıp küçülen gözlerimdi, oysa içimden hissettiğim acı
bundan böyle büyüyecek olan merhametlerimdi…
............Babamın nasırlı elleriyle gösterdiği şefkat, varlığımın önemini
kavradığım andı…
............Çeşme başında yalnız değildik. Köyün yaşlı emmileri; kiminin
elinde orak, kiminin çapa, kimin de yaba vardı. Bellerine doladıkları
çıkınları sapsarıydı. Çeşmede büyük taşın üstünde oturmuş, güneşten ağaran
şapkalarını dizlerinin üstüne koymuşlar, titreyen elleriyle ayaklarındaki deve
dikenlerini temizliyorlardı. Sözde dinleniyorlardı, oysa yüzlerine bakınca iki
büklüm olan belleriyle bir daha da oturdukları yerden kalkmayacak gibi
görünüyorlardı. Bir taraftan da ekinlerin verimsiz olduğundan bahsediyorlardı.
‘’Bu yıl da hiçbir şey kazanamayacağız, ne olacak bu unutulmuş köylerin hali’’
diyorlardı ve sadece seçimlerde hatırlandıklarına sitem ediyorlardı… Babamı
görünce şikayete başladılar. ‘’Ah bu unutulmuş uzak köylere kimler sahip
çıkacak’’ diye…
.............Ben de dinlemeye başladım, bilmem kaçıncı kırk yaşıydı
çocukluğumun, alıştırılırken olağanüstü mahrumiyetliğin mahmurluğuna.
..............Babam, ‘’her şeyden mahrum olan köy yalnız bizim köyümüz değil,
bakın bir nefes ötemizdeki Tunceli’ye, Diyarbakır’a, Kars’a, Muş’a, Van’a,
Tatvan’a ve daha sayamadıklarıma. Yalnız biz değiliz, yakın şehirlerin uzak ve
unutulmuş köyleri’’ diyerek, ha bire tekrarlıyordu. ‘’Bizler mahrumiyetin
mağdurlarıyız…’’
..............Babam anlatırken dikkatimi çeken yüzündeki kederdi... ‘’Bizler
doyarken mahrumiyetliğin rezilliğine, bizi izleyenler doymadı vezirliğine’’
dedi… O an tek konuşan babamdı, çünkü o elektriksiz, susuz, yolsuz, bakkalsız,
vesaitsiz köyde mahrumiyetlikle savaşan muhtardı… Çok uğraşırdı ve sonra
susardı, nedenini sorduğumda, ‘’sesimin çıkmayışı boğazımın yırtıldığındandır,
bunu büyüyünce anlarsın’’ derdi… Anladım aslında, o insanların insan gibi
yaşamasını isterdi…Bilirdi gübresiz ekilen mahsulün zayıflığını, nadassız
tarlanın kısırlığını. Bilirdi ilkel şartlarda araçsız hasadın zorluğunu. Bütün
bunların yanında bir de kazandıkları üç kuruşluk mahsülü satmak için şehire
gidip ofisler önünde gün almak vardı. Bilirdi, kuyruk beklerken elinde bir
parça yavan ekmekle kaldırım taşlarında kollarını yastık yaptığı günlerin
ezikliğini...
Gün alınmaya alınırdı ama bir türlü gelen giden olmazdı, çünkü köyün yolları
patikaydı...O beklenenler hep yan köye uğrardı, o köyünde yolları patikaydı
ama genişletildi, çünkü arada millet ayrımı vardı, o köye hep kravatlı
birileri gelip hatırlarını sorardı...
‘’Uykularımı kaçırıyor’’ derdi, ‘’komşusu aç yatarken tok yatanın derin
uykusu''’
...............Ben ve kardeşlerimin ‘’ah keşke olsaydı’’ dediklerimize
karşılık olarak mı söylerdi acaba bu sözü anlayamazdık…Aç nehirler gibidir
insan, çoğalmak için denizlere koşarken. Oysa deniz daha doyumsuzdur, bilemez
ki nehir, denizin kolları arasında boğulacağını, kaybolacağını…Çocuk
olduğumuzdandı, babamın bu sözü de bize ağır gelmişti…Sanki bütün hıncını
bizden alır gibiydi, ‘’durdurun heveslerinizi’’ derdi, ‘’dikmeyin gözlerinizi
sizin olmayana, gitmeyin olamadığınıza, varsa hevesleriniz, sabredin durun.
Olduğunuz yerde, gururunuzda durulun… Bir insan gurura kendini kaptırdı mı
ondan ayrılmak istemez, o zaman anlar bedavadan kazancın, aşağılık, haksızlık
ve adilik olduğunu’’ derdi…
...............Bunları bize neden anlatıyordu ki, suçumuz mahrumiyet
bölgesinde, tarlada, bağda, bostanda hayata zamansız gelişimiz miydi. Yoksa
tarlada büyüklerin göbek bağımızı keserken kullandıkları keskin taşta mıydı
suç. Ve çaputlarla beleyip, şekerli sularla çadır altında karnımızı doyurmaya
çalışan annelerin miydi, kimdeydi suç. Güneşin kavurucu sıcaklığında
çiçeklerin bile kuruduğu, testideki suların kaynadığı günlerde, annemin
kuruyan sütünde miydi. Ağzımıza dolan sineklerin ve beleğimize doluşan
karıncaların mıydı suç. Yoksa bulunduğumuz mekan mıydı bizi suçlu kılan?
Bize hep ‘’şükredin varlığınıza, şükredin’’ dediler. Susturdular, biz de
sustuk, hiç istemedik, küsmedik de …
Küskünlüğüm;
Annemin parmak uçlarındaki kızarıklığa sebep olan kara sacın ekmeğine,
küskünlüğüm; ocak başında altına aldığı dizleri uyuşurken taş kesen mindere,
küskünlüğüm; gözlerindeki kızıl kana sebep olan tezeğin dumanına…‘’Bitecek,
bitecek bir gün bunlar, köylere de şehir ekmeği gelecekmiş’’ dedi annem, kim
demişse demiş, inanmıştı. İnanmıştım…
..............İnandık, bizler ve bizden sonraki gelen okulsuz, elektriksiz,
yolsuz, susuz, bakkalsız, oyuncaksız çocuklar, Onlar, duvarları kerpiçten
örülü, odası kireç badanalı, buram buram toprak kokan evlerin toprak kokulu
çocukları…
Hep bir sihir beklediler
Sihir tutar mı? ...
Sihirli bir gözetleme deliğinden görmüşçesine,
Koca bir elveda size,
Elveda çocukluğum, elveda hepinize…
Müsadenizle
İzmir