Yıl 1975, yazın kavurucu sıcağı göçmen kuşlarıyla çekip giderken, sonbahar yüzünün soğukluğunu yavaş yavaş gösteriyordu... Gidenlerin ardından eli yüzü yazdan kalma yaralı bereli çocuklar ve kışın ağır sorumluluklarını görev bilen anne ve babalar kalmıştı. Köy sonbaharın getirdiği hüzünlü havayı giyinmeye başladı. Hep bir şeyler eksilir gibi doğanın silikleşen rengiyle köy adeta bir harabe görünümü alıyordu. Ağaçlardan dökülen gazeller rüzgarla sürüklenirken, sanki göç edenlerin  izlerini siliyordu.

Ağustos yerini oluktan akar gibi yağan eylül yağmurlarına bırakmıştı. Yazın güneşin ışınlarıyla kavrulan kerpiç duvarların sıvaları parça parça dökülmeye başladı. Dededen kalma eski kerpiç evlerden bazılarının tavanlarının çökmesi savaş sonrasını andırıyordu. Halkın birbirini daha sıkı saracağı anlar gelmişti.Köyde kalan bir avuç halk birbirine daha çok muhtaç olmuştu. Bu arada toprak bacalar yeniden örülüyor, çatısız damların üstündeki toprak sıvalar kalınlaştırılıyor. Sel suları dolmasın diye, tuvalet kuyularının etrafı sıkıca örülüyor, pencerelerdeki kırık camlara ve tahta kapıların çatlaklarına naylonlar çekiliyor, kapı önlerine dolan yağmur sularının bıraktığı milin üzerine tenekelerle taşınan kumlar eşiklere kadar dökülerek çamurun üstü kapatılıyordu. Küçük kulübe görünümündeki odunluklara, tezek ve çalı çırpı doldurularak kışın yakıt ihtiyacı temin ediliyordu.

Bir aydınlanma çağında, böylesine dalgalı ve inişli çıkışlı bir yaşamdı. Zenginlik, nam, mutluluk, rahatlık gibi olağanüstülükler göze alamadıklarıydı. Coşkularının titreşimleri; ağaç diker, odun keser, sığır güder, tezek yapar, ekin biçer, aç kalmama pahasına taş yontar. Varoluş savaşıydı köylünün. Çünkü, evcilleşmişti eziyetleri. Bu çabaları onların geçmişini ve geleceğini olduğu gibi yansıtıyordu…

Çocukların eğlendirilmesi veya eğitilmesi yönünde, düzenin kuralı bozmama gibi alışkanlıklarını sürdürmesi, köylünün yitirdiği umutlardan sadece bir tanesiydi. Çünkü onlar yakın kentlerin uzak köylerinde yaşıyorlardı. Çünkü onlar mahrumiyeti son noktasına kadar yaşamaya mecbur tutulmuşlardı. Çünkü onlar, adı konulmamış bir yaşantının ayazında, gövdece çekilen sıkıntılarla, bütün güçlüklerle, daha doğrusu alın yazılarının ardından sürüklenenlerdi…

Tek amaçları, yakın kentlerde sık sık görülen, erdemden habersiz bazı toplulukların yaptıklarını yapmamak, bir lokma ekmek için satılmamaktı. Yok muydu şaşmaz mutlulukları? Vardı elbet, yüksek tabakanın kibrinden açgözlülüğünden, tantanasından uzak durmaları yakaladıkları en büyük avantajlarıydı. Bunun için, barışın, ılımlılığın, toplum bağlarının bütün güzelliklerinin bilincindeydiler.

En büyük dert gelip çatmıştı, çocukların eğitim sorunu, her yıl yaşanan rezilliğin bitmesi için, yıllarca devlet kapılarını aşındıran köylüye nihayet yıllar sonra, köye okul yapılma talebine, olumlu yanıt gelmişti… Tam teşkilatlı yapı malzemesi gelmediyse de, köylü her şeye razı olmuş gibi ellerinden gelen yardımı yapmaya hazırdı. İnşaat başlatıldı, temel atıldı. En çok da çocuklar seviniyordu. Okulun bahçesi diye ayrılan bölümüne toplanan çocukların yüzlerindeki ifade, açmaya hazır gül goncalarını andırıyordu. Bütün bunların yanında, anne ve babalar çocuklardan çok okul telaşı ve sevinci içinde koşturup duruyordu. Çocukların kimi ablalarından, ağabeylerinden kalma önlükleri kucaklıyor, kimi şehirli zengin aile çocuklarının gönderdikleri, içerisinde parmaklarına küçük gelen renkli boyalı kalemler ve parça silgiler olan eski çantaları paylaşma kavgasını yapıyor, kimisi de annelerinin en güzel kumaşlarla diktiği çantalarına sarılıyordu.

Uzun bir çalışmadan sonra nihayet köye okul yapıldı, düğüne hazırlanır gibi anneler en ince yufka ekmeklerini açarak, çalışan işçilere yemekler taşıdı. Çocukların boylarından büyük bakır sinileri titreyen dizleriyle taşırken yüzlerindeki gülümseme insanın içini acıtıyordu. Annelerin çeyiz sandıklarındaki güvelenmiş bayrakları çıkartıp onarmaları da ayrı bir mutluluktu… Okul hazır olmaya olmuştu. Ama, yine ‘’köylü engeller’’ aşılamamıştı. Öğrenci azlığı bahane edilerek öğretmen gönderilmemişti. Öğretmensiz bir okul, yetim bir çocuk gibi ortada kaldı... Yine en büyük darbe çocuklara vuruldu. Yine sineye çekildi ve yine susuldu. Her zamanki gibi köylü kaderine razı oldu. Sonunda köylüler anlaşarak,  aradaki mesafe yaya olarak yaklaşık bir saat çeken, başka bir köyün okuluna çocuklarını göndermeye başladılar.

Okulsuz köylerden gelen çocuklar bir odada ve aynı çatı altında toplandı. Birinci sınıftan beşinci sınıfa kadar olan bütün öğrenciler, öğretmen eksikliğinden dolayı hep beraber aynı odada ders görüyordu. Sınıf düğün alayı gibiydi. Bunun için okul  sabahtan akşama kadardı.

Yakıtsız okulun ihtiyacı, her sabah sırayla bir öğrencinin naylon torbaya koyup getirdiği tezek ve çalı çırpı kırıntılarıyla temin ediliyordu. Ne yazık ki, nemlenen yakacaklar bir türlü yanmıyordu, ıslanan önlükler dersin sonuna kadar çocukların üstünde yavaş yavaş kuruyordu.

Günler ilerledi kara kış bastırdı, kar yolları kapadı. Kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde, boyları ufak çocukların yolun izinden çıkmasıyla boynuna kadar kara gömülmeleri, en çaresiz kaldıkları anlardı. Sırayla her gün bir baba ayağına giydiği, naylon çizmelerle önden giderek küçük ayaklara yol açıyordu. Nihayet uzatmalı saatlerle okula varılıyordu. Çocuklar, burunda suların donduğu saatlerde ikinci derse kadar kapının önünde bahtları gibi kara olan önlüklerle bekliyorlardı. İkinci dersin girişinde soğuktan mosmor olan ellerine yediği birkaç cetvelin iziyle geç kalmışlığın bedelini ödüyorlardı. Kimi sıranın altında gizli gizli ağlarken, kimisi de gülerek soğuktan elleri uyuştuğu için acıyı hissetmediğini söylüyordu. ''Acıyı hisseden mi daha şanslıydı, hissetmeyen mi''(?) onu anlayacak yaşta değillerdi… Bir süre sonra lastik çizmelerin topladığı karlar eriyip sıranın altından öğretmen masasına doğru akıp giderken, o küçücük bedenler ısınıyor, yüzlere düşen tebessümlerle, sınıf nihayet neşeleniyordu…

Akşam okul dönüşü çocuklarını damların üstünde bekleyen babalar, kimi damda biriken karları temizliyor, kimi elinde piposuyla çömelmiş tütün içiyor, kimi damdan dama akşam sohbetleri yaparken ineğinin eli kulağında akşam sabah doğuracağından bahsederek taze lorun güzelliğini anlatıyordu. Damlardan duvar diplerine serilen karlar küçük dağları andırıyordu, Her evin duvar kenarında ulu dağı vardı, onlar damlardan küreklerle kürenen karlardı. Bunu gören çocuklar çantalarını bir kenara atar ve ellerindeki naylon torbalarla kızak yarışları başlardı. Bir saat süren okul dönüşünün yorgunluğu unutulur, elbiselerinin ıslaklığına baş kaldırır gibi karlarla boğuşurlardı. Böylece bir gün daha sac sobanın kenarında isli lambaların ışığında, bakır sinide yenen yemekle sonlanırdı. Akşamın ilerleyen saatlerinde köyü zifiri karanlık esir alırken, kimi pencerelerde titreyen çıraların belli belirsiz görünmeleri ve muhtarın evinde pilli radyodan yüksek sesle dinlenilen haberler, hayatın devam ettiğinin kanıtıydı.

Çocuklar belki de ağlamadan yatabilirlerdi, parmaklar arasında kaybolan kalemin ucunu kör bıçakla açabilseydiler ve köşeleri kıvrılmış deftere kazara yazılmış yazıyı silebilseydiler…

Yağan karlar bacaları soluksuz bırakıp, duvarları soğuturken, komşuluk ilişkilerinin sıcaklığını arttırıyordu. Akşamları hep bir yerlerde toplanan halk, sobanın üstünde demlenen çayı lambanın titreyen loş ışığında huzurla yudumluyordu. Sobanın kenarında minder keyfi yaparken uyuklayan ninelerin ve dedelerin çoraplarının yanık kokusuna atılan kahkahalarla gece sonlanıyordu...

Gecenin ilerleyen saatlerinde, uykuları en çok kaçıran şey, içeri girecekmiş gibi camları zorlayan rüzgarın uğultusuydu. Soluksuz yağarak toprak damları egemenliği altına alan kar, neden sonra eriyerek tahta tavan arasından sızarken, yer seçmeyişi en büyük şanssızlıktı.

Anne yüreği dayanır mı(?), kah yatakların yeri değiştirilir, kah su damlalarının altına leğenler dizilirdi. Hep birbirine benzeyen gecelerde, tedirgin uykularla her saat başı çocuklarının sırtını örten anneler ve yine tan yeri ağarmadan gözlerindeki ışıltılarla karanlığa karşı koyan anneler, zamana ve mekana inat, her türlü zorluğa direnerek ocağın dumanını tüttürüyorlardı...

Ta ki koyu bir rengin görünmediği, ağaçların gelinlik giydiği ve köyün yadigar güvercinlerinin küçücük ayaklarıyla dalların üstünde titrediği yeni bir sabaha gözler açılana dek. Odada sobanın üstünde kızaran ekmeğin kokusuyla gözler aralanırken, annelerin sıcacık elleri, dışarıdaki demir ayazını unutturuyordu...

Teşekkürler…

Duvarları kerpiçten örülü, odası kireç badanalı, buram buram toprak kokan evlerin, çocukların fedakar anneleri. İyi ki vardınız, en umutsuz günlerde umut verdiniz …

Teşekkürler mis kokulu anneler, teşekkürler …

Başlık: KUŞ UÇMAZ KERVAN GEÇMEZ

Tarih 13.02.2013
Yazan sevda
Konu hak ve hürriyet

atatürk 'ün hak ve hürriyetlere ilişkin bir sözü nedir ?

 

© 2010 Tüm hakları saklıdır.

Ücretsiz web sitesi oluşturun!Webnode